8 Ağustos 2011 Pazartesi

bir çiçek yılı sonra


hiçbir zaman benim dilimde şarkılar söyleyemeyecek adam!

Bir çiçek yılı sonra
Bir saksıda bekleşen sardunyaya
Karışacak su mavisi gözlerin
Bir çiçek yılı sonra
Kim bilir hangi rüzgarda
Bin umut yılı sonra
Kim bilir hangi sularda
Bir çiçek yılı sonra
Kim bilir hangi denizde
Bin umut yılı sonra
Kim bilir hangi göktesin.
*
*Afşar Timuçin/Bir Çiçek Yılı Sonra

6 Ağustos 2011 Cumartesi

kocaman bir çocuğu öpüyorsun/şükrü erbaş

sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen
herkesin perde perde çekildiği bir akşam
siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun
ağzında eriklerin aceleci tadı
elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası
bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun.
yağmur her zaman gökkuşağını getirmiyor
aralık kapılarda bekleyişin çarpıntısı
bir kadının eksildikçe ömrüme eklenen
uzun gecelerini, solgun gövdesini öpüyorsun.
uzak dağ köylerine vuran ay ışığı
kerpiçlerden saraylar kuruyor yoksulluğa
ne suların ibrişimi ne gökyüzü ne rüzgâr
sen bende gittikçe kararan bir halkı öpüyorsun.


sakarya caddesi'nde sarhoşlar
rakıyla buğulanmış kaldırımlarına gecenin
yüksek sesle bir şeyler çiziyorlar.
yalnızlık her koşulda bir sığınak bulur, diyorum
uzanıp dudağımdaki titremeyi öpüyorsun.
örseler acıyla düştüğü yeri
susarak büyüyen adamların sevgisi.
ağzında pas tadıyla bir inceliği söylemek
bir gülünç içtenliktir, gecikmiş ve ezik
sen bende yanlış bir ömrün tortusunu öpüyorsun.
insanın zamana karşı biricik şansıdır aşk
onca kapı onca duvar içinde bulur aynasını.
sen bende neleri öpüyorsun biliyor musun
herkesin simsiyah kesildiği bir akşam
yıldızlarla yedirenk gökyüzünü öpüyorsun.


sen bende, gözlerinin anne ışığıyla
bir solgunluktan doğan kocaman bir çocuğu öpüyorsun.


 Hayat, bizi iki yakamızdan ne zaman kavrayacağını bilemeyecek kadar beceriksiz. Önümüze koyduğu fırsatların vakitsizliği, uzun yolumuzda sürekli ayağımıza takılan birer çalı gibi. Mutluluğumuzu sığdıracak vakitler bulamıyoruz. Sevgimizi, sevdiğimizi bir geceye sıkıştırmanın güçlüğü ile her an karşılaşma ihtimalimiz var. Temkinli olmak fayda etmiyor. Duygularımızı en derin hissettiğimiz vakitlerde, sevdiğimizin gözlerinde geriye kalan dakikaları düşlüyor, zamanımızın azalmasıyla kasvete boğuluyoruz. Birbirimize dokunduğumuz her an tenimiz,  hangisinin son dokunuş olduğunu hesaplamaya koyuluyor. Vakit hesaplarla geçiyor; hesaplar vakitsizliğin içinde boğuluyor; biz ise düşüncelerimizin…

2 Ağustos 2011 Salı

onbir nisan/her nisan


İçini dökmeye nereden başlayacağını bilseydi insan, yerküre gürültüden nefes alamazdı. Ben de nereden başlayacağımı bilemediğim için sustum, susuyorum; kendi gürültümde kaybolurken seni de ona ortak etmekten çekindiğim için. Belki de sessiz gürültüne ortak olmayı göze alamadığım için.
Biliyorsun, seninle kendim arasında bir yerlerdeyim; belirsiz ve alabildiğine karmaşık. Söylenecek çok sözüm var, birikmiş bir sürü kelime ve biriktirdiklerim dışında hali hazırda söylenmesi gerekenler. durum benim için de zor ama ben sadece senin için zor olduğunu biliyor gibi davranmak istiyorum. Aslında korkuyorum, endişeleniyorum. uğraşıp hislerinle bezediğin sırça köşkünü tuz buz etmekten korkuyorum.
                                                                                                        -belki çok güzel seviyorsun beni.
 Belki ben değilim öylesine güzel sevdiğin kadın. İçinde yarattığın/büyüttüğün ‘ben’i yıkmak istemiyorum. beni tanırsan, her bakmak istediğinde yanında bulursan, belki düşlerinin terkine uğratırım seni. buna hakkım olmamalı, kimsenin bu kadarına cesareti olmamalı; benim de yok. Her istediğinde ulaşabileceğin biri olmak zor geliyor bana, gözlerimin içine bakarken ardından ne hissettiğini hemen söyleyebilecek olman zoruma gidiyor. Hala bir şeyler saklı kalsın istiyorum, hala ‘acaba’larım olsun istiyorum. Bana dair kurduğun hayaller vardır kim bilir gecenin her gece yarısı parmaklarının arasında tuttuğun o bardaktan bir yudum aldıkça başka bir ‘duygu’ düşlüyorsundur. Beni değil en çok onu, kendi yarattığını seviyorsundur. Ya da yolda yürürken birden hatırlıyorsundur, ayrıntılara önem vermeden hızla geçtiğimiz sokaklara, yürüdüğümüz kaldırım taşlarına bakarken aklına geliyorumdur; 
                                                                                                        -en güzel sen seviyorsundur beni.
Düşün ki; ben korkak bir insanımdır. korkmadığı tek eylem düşünmek olan, yine de karar veremeyen ve dile getiremeyen… sana olan inancıma sınırlar koyamıyorum. Bu adam diyorum çok güzel aşıktır; plan yapmayacak, cevap beklemeyecek, kararlar gerektirmeyecek kadar aşıktır. sonra sen hak etmek diyorsun, her şeyi yeniden hesap etmek gerekiyor. Bu adam en iyiyi hak ediyor diyorum; sana diyemiyorum … plan yapma, kararlar alma, cevaplar verme zamanı geliyor.
                                                                                                    -bu baharlık düşler kuruyorsundur, 
                                                                                                      sonra diğer bahar ve her bahar…
ben sana eşlik ediyorum, sen göremiyorsun. Düşlüyor, mutlu oluyorsun; düşün olunca mutlu oluyorum. Ortada duruyoruz, ortada buluşamadan. Bakıp geri dönüyoruz, sırt sırta verip birlik oluyoruz, çizgiyi fark edip ayrılıyoruz. fikirler ayrılmıyor: sen zaten bensin. Seninle konuşurken kendisiyle konuştuğunu sanan bir kadınım ben. aynayı dinleyip gülümseyen…

28 Temmuz 2011 Perşembe

modern çırpınışlar


“İnsan, bir tarlanın etrafını çitle kuşatıp, burası benimdir dediği günden beri doğru yoldan uzaklaşmış. Cinayet cinayeti kovalamış, facia faciayı. Sonunda medeniyet denilen bu yapma düzen kurulmuş.”
Jean-Jacques Rousseau


Artık takvimler belirlemiyor mevsimleri. Doğa; ilkbahar, yaz, sonbahar, kış diye ezberlediğimiz döngüden vazgeçeli epey oldu. Bizler de çok şeyden vazgeçtik. Sabah berrak bir güneşle uyanmamak olağan hale geldi. Şehrin kalabalığına açılan pencerelerimizden bir avuç gökyüzü görerek avunmayı öyle büyük bir kusursuzlukla başardık ki; güneşin bize küsüp ışıldayan yüzünü göstermediği gerçeği, sadece birkaç çevrecinin elindeki rengarenk kâğıtlardan yapılma broşürlerde kaldı.
 Sokağa fırlamak için sabahın ilk ışıklarını bekleyen çocuklar yok artık, baharları karşılayıp, sonbaharın ardından şarkılar söyleyen kuşlar, yaz yağmurlarında yemyeşil ağaçların altında beklenen sevgililer de yok. 

Biz her şeydik; her şeyi tükettik.

Kendimizi tükettik, okul yolundaki çocuğun neşesini, kuşların bitmeyen ezgilerini, ağaçların altında beklenen sevgililerin umutlarını tükettik. Tahta balkonlardaki ikindi sohbetlerini betonların arasındaki kafelere taşıyarak… Irmakların üzerine köprüler kuran gökkuşağının ardımızdan gelip, şehrin kasvetli havasına meydan okuyacağını sanarak…
İçinde boğulduğumuz şehirlere gelincik tarlalarımızı getiremedik. Sıcak yaz günlerinde aydınlığından gözlerimizi kamaştıran uçsuz bucaksız buğday tarlalarının yerini varlığımızın yegâne temsilcisi olan otomobillerimizi sığındırdığımız karanlık, nemli, havasız otoparklar aldı. Yeşil ormanların arkasına gizlenen gün batımı bir daha gözükmemek üzere kayboldu camdan binaların yüksekliğinde. Yükselttiğimiz binalarla mutluluklarımızı kat kat azalttık. Hayatımızı kolaylaştıran teknolojik gelişmeler insan olmamızı zorlaştırdı. Saniyelere böldüğümüz zamanla yarışırken, gün boyu koşuşturduğumuz yollarda hislerimizi unuttuk; un ufak oldular kalabalığın kasvetinde. Evlerimize kapandıkça yalnızlaştık. Bir  ömür çabalayarak ‘kazandıklarımızı’ kaybetmemek için, üstümüze sayısız kapılar kilitledik. Nesneleri sahiplenirken, benliğimizi yitirdik.
Mutlak koşulda biliyor olmalıydık mutluluğun böyle gelmeyeceğini. Biz kış gecelerinde odun sobası etrafında hikayeler dinleyerek büyümüş nesillerin çocuklarıydık. Üzerimize kilitlediğimiz kapılar, hayal gücümüze gem vurur oldu. Hikayeler anlattığımız yaratıcılığımızı, dinlediğimiz masumluğumuzu ardımızda bırakınca, kargaşa ve gürültü dolu sokaklar yarattık; insan olmanın en bilinmezini gösterdik kendimize. Olabildiğince yabancılaştık.

yok saymak:büyük inkar



  Yok saymak:hakkını vererek yaptığımız tek eylem!
  
  Herhangi birini yada bir olayı, ona daha fazla tahammül edemeyeceğimizi düşündüğümüzde başvurduğumuz kaçış yolu yok saymak.
   Hayatımızın geri kalanında yer almalarını istemediklerimizi ya da ihtiyaç duymadıklarımızı gözümüzün, elimizin, düşüncelerimizin uzağına yerleştiririz. Tavan arasına kaldırırız; eski resimlerimizi, bir zamanlar okumaya doyamadığımız başucu kitabımızı, en özel günümüze eşlik etmiş bir çift mor ayakkabıyı ya da birlikte nefes aldığımız eski sevgiliyi. Bir ihanettir yok saymak. Anılara, mutluluklarımıza, yaşanmışlığımıza ihanet etmektir.
   Yok saymakla bitmez her şey. Günün birinde onunla yeniden karşılaştığımızda önce onu kandırmakla işe başlarız. Tıpkı tavan arasında bizim yüzümüzden kendini öldüren, aslında bizim onu çoktan öldürdüğümüz sevgiliye söylediğimiz yalanlar gibi. Yokluğunda onu bir an bile düşüncemizin dışında tutmadığımız yalanı işe yarayabilir. Anılarımız gözümüzde canlanınca biz de tümüyle inanırız söylediğimiz yalana. Bu, geçmişe duyduğumuz özlemden kaynaklanır. Öte yandan, bizi bir zamanlar bulutların üzerine çıkaran sevgiliyi yok saymayı kendimize yakıştıramayız da böyle kandırırız kendimizi.
   Sebebi her ne olursa olsun, hayatımızın bir anında mutlaka özleriz yok saydıklarımızı. Her renkten, her çeşitten ayakkabımız olsa da, o eski mor ayakkabılarımızı yeniden giydiğimizde hissettiklerimizi başka hiçbir zaman hissetmemişizdir. Kimler geçerse geçsin hayatımızdan, o sevgiliyle karşılaşınca yeniden hatırlarız verdiğimiz sözleri –tutmaya yeniden  söz verircesine- . Anne babamızı yan yana yakıştırmasak da yine hayatlarımıza beraber dahil olmalarını istememiz gibi masum, bir o kadar da imkansız olan dileklerimizi hatırlarız birlikte.
    Ne yazık ki tavan arasına sakladıklarımızı bıraktığımız gibi bulamayız. Resimler unutulmuş, ayakkabılarımız toza bulanmış, örümcek ağları ömrümüzün en güzel günlerini geçirdiğimiz sevgiliye yeniden dokunmamıza engel olmuştur. Bu bizim seçimimizdir ve içimizdeki özlem dalgasıyla, yanı başımızdaki yeni sevgiliyle, yepyeni mor ayakkabılarımızla, çok popüler yeni bir kitapla devam ederiz yaşamaya…