“İnsan, bir tarlanın etrafını çitle kuşatıp, burası benimdir dediği günden beri doğru yoldan uzaklaşmış. Cinayet cinayeti kovalamış, facia faciayı. Sonunda medeniyet denilen bu yapma düzen kurulmuş.”
Jean-Jacques Rousseau
Artık takvimler belirlemiyor mevsimleri. Doğa; ilkbahar, yaz, sonbahar, kış diye ezberlediğimiz döngüden vazgeçeli epey oldu. Bizler de çok şeyden vazgeçtik. Sabah berrak bir güneşle uyanmamak olağan hale geldi. Şehrin kalabalığına açılan pencerelerimizden bir avuç gökyüzü görerek avunmayı öyle büyük bir kusursuzlukla başardık ki; güneşin bize küsüp ışıldayan yüzünü göstermediği gerçeği, sadece birkaç çevrecinin elindeki rengarenk kâğıtlardan yapılma broşürlerde kaldı.
Sokağa fırlamak için sabahın ilk ışıklarını bekleyen çocuklar yok artık, baharları karşılayıp, sonbaharın ardından şarkılar söyleyen kuşlar, yaz yağmurlarında yemyeşil ağaçların altında beklenen sevgililer de yok.
Biz her şeydik; her şeyi tükettik.
Kendimizi tükettik, okul yolundaki çocuğun neşesini, kuşların bitmeyen ezgilerini, ağaçların altında beklenen sevgililerin umutlarını tükettik. Tahta balkonlardaki ikindi sohbetlerini betonların arasındaki kafelere taşıyarak… Irmakların üzerine köprüler kuran gökkuşağının ardımızdan gelip, şehrin kasvetli havasına meydan okuyacağını sanarak…
İçinde boğulduğumuz şehirlere gelincik tarlalarımızı getiremedik. Sıcak yaz günlerinde aydınlığından gözlerimizi kamaştıran uçsuz bucaksız buğday tarlalarının yerini varlığımızın yegâne temsilcisi olan otomobillerimizi sığındırdığımız karanlık, nemli, havasız otoparklar aldı. Yeşil ormanların arkasına gizlenen gün batımı bir daha gözükmemek üzere kayboldu camdan binaların yüksekliğinde. Yükselttiğimiz binalarla mutluluklarımızı kat kat azalttık. Hayatımızı kolaylaştıran teknolojik gelişmeler insan olmamızı zorlaştırdı. Saniyelere böldüğümüz zamanla yarışırken, gün boyu koşuşturduğumuz yollarda hislerimizi unuttuk; un ufak oldular kalabalığın kasvetinde. Evlerimize kapandıkça yalnızlaştık. Bir ömür çabalayarak ‘kazandıklarımızı’ kaybetmemek için, üstümüze sayısız kapılar kilitledik. Nesneleri sahiplenirken, benliğimizi yitirdik.
Mutlak koşulda biliyor olmalıydık mutluluğun böyle gelmeyeceğini. Biz kış gecelerinde odun sobası etrafında hikayeler dinleyerek büyümüş nesillerin çocuklarıydık. Üzerimize kilitlediğimiz kapılar, hayal gücümüze gem vurur oldu. Hikayeler anlattığımız yaratıcılığımızı, dinlediğimiz masumluğumuzu ardımızda bırakınca, kargaşa ve gürültü dolu sokaklar yarattık; insan olmanın en bilinmezini gösterdik kendimize. Olabildiğince yabancılaştık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder