28 Temmuz 2011 Perşembe

modern çırpınışlar


“İnsan, bir tarlanın etrafını çitle kuşatıp, burası benimdir dediği günden beri doğru yoldan uzaklaşmış. Cinayet cinayeti kovalamış, facia faciayı. Sonunda medeniyet denilen bu yapma düzen kurulmuş.”
Jean-Jacques Rousseau


Artık takvimler belirlemiyor mevsimleri. Doğa; ilkbahar, yaz, sonbahar, kış diye ezberlediğimiz döngüden vazgeçeli epey oldu. Bizler de çok şeyden vazgeçtik. Sabah berrak bir güneşle uyanmamak olağan hale geldi. Şehrin kalabalığına açılan pencerelerimizden bir avuç gökyüzü görerek avunmayı öyle büyük bir kusursuzlukla başardık ki; güneşin bize küsüp ışıldayan yüzünü göstermediği gerçeği, sadece birkaç çevrecinin elindeki rengarenk kâğıtlardan yapılma broşürlerde kaldı.
 Sokağa fırlamak için sabahın ilk ışıklarını bekleyen çocuklar yok artık, baharları karşılayıp, sonbaharın ardından şarkılar söyleyen kuşlar, yaz yağmurlarında yemyeşil ağaçların altında beklenen sevgililer de yok. 

Biz her şeydik; her şeyi tükettik.

Kendimizi tükettik, okul yolundaki çocuğun neşesini, kuşların bitmeyen ezgilerini, ağaçların altında beklenen sevgililerin umutlarını tükettik. Tahta balkonlardaki ikindi sohbetlerini betonların arasındaki kafelere taşıyarak… Irmakların üzerine köprüler kuran gökkuşağının ardımızdan gelip, şehrin kasvetli havasına meydan okuyacağını sanarak…
İçinde boğulduğumuz şehirlere gelincik tarlalarımızı getiremedik. Sıcak yaz günlerinde aydınlığından gözlerimizi kamaştıran uçsuz bucaksız buğday tarlalarının yerini varlığımızın yegâne temsilcisi olan otomobillerimizi sığındırdığımız karanlık, nemli, havasız otoparklar aldı. Yeşil ormanların arkasına gizlenen gün batımı bir daha gözükmemek üzere kayboldu camdan binaların yüksekliğinde. Yükselttiğimiz binalarla mutluluklarımızı kat kat azalttık. Hayatımızı kolaylaştıran teknolojik gelişmeler insan olmamızı zorlaştırdı. Saniyelere böldüğümüz zamanla yarışırken, gün boyu koşuşturduğumuz yollarda hislerimizi unuttuk; un ufak oldular kalabalığın kasvetinde. Evlerimize kapandıkça yalnızlaştık. Bir  ömür çabalayarak ‘kazandıklarımızı’ kaybetmemek için, üstümüze sayısız kapılar kilitledik. Nesneleri sahiplenirken, benliğimizi yitirdik.
Mutlak koşulda biliyor olmalıydık mutluluğun böyle gelmeyeceğini. Biz kış gecelerinde odun sobası etrafında hikayeler dinleyerek büyümüş nesillerin çocuklarıydık. Üzerimize kilitlediğimiz kapılar, hayal gücümüze gem vurur oldu. Hikayeler anlattığımız yaratıcılığımızı, dinlediğimiz masumluğumuzu ardımızda bırakınca, kargaşa ve gürültü dolu sokaklar yarattık; insan olmanın en bilinmezini gösterdik kendimize. Olabildiğince yabancılaştık.

yok saymak:büyük inkar



  Yok saymak:hakkını vererek yaptığımız tek eylem!
  
  Herhangi birini yada bir olayı, ona daha fazla tahammül edemeyeceğimizi düşündüğümüzde başvurduğumuz kaçış yolu yok saymak.
   Hayatımızın geri kalanında yer almalarını istemediklerimizi ya da ihtiyaç duymadıklarımızı gözümüzün, elimizin, düşüncelerimizin uzağına yerleştiririz. Tavan arasına kaldırırız; eski resimlerimizi, bir zamanlar okumaya doyamadığımız başucu kitabımızı, en özel günümüze eşlik etmiş bir çift mor ayakkabıyı ya da birlikte nefes aldığımız eski sevgiliyi. Bir ihanettir yok saymak. Anılara, mutluluklarımıza, yaşanmışlığımıza ihanet etmektir.
   Yok saymakla bitmez her şey. Günün birinde onunla yeniden karşılaştığımızda önce onu kandırmakla işe başlarız. Tıpkı tavan arasında bizim yüzümüzden kendini öldüren, aslında bizim onu çoktan öldürdüğümüz sevgiliye söylediğimiz yalanlar gibi. Yokluğunda onu bir an bile düşüncemizin dışında tutmadığımız yalanı işe yarayabilir. Anılarımız gözümüzde canlanınca biz de tümüyle inanırız söylediğimiz yalana. Bu, geçmişe duyduğumuz özlemden kaynaklanır. Öte yandan, bizi bir zamanlar bulutların üzerine çıkaran sevgiliyi yok saymayı kendimize yakıştıramayız da böyle kandırırız kendimizi.
   Sebebi her ne olursa olsun, hayatımızın bir anında mutlaka özleriz yok saydıklarımızı. Her renkten, her çeşitten ayakkabımız olsa da, o eski mor ayakkabılarımızı yeniden giydiğimizde hissettiklerimizi başka hiçbir zaman hissetmemişizdir. Kimler geçerse geçsin hayatımızdan, o sevgiliyle karşılaşınca yeniden hatırlarız verdiğimiz sözleri –tutmaya yeniden  söz verircesine- . Anne babamızı yan yana yakıştırmasak da yine hayatlarımıza beraber dahil olmalarını istememiz gibi masum, bir o kadar da imkansız olan dileklerimizi hatırlarız birlikte.
    Ne yazık ki tavan arasına sakladıklarımızı bıraktığımız gibi bulamayız. Resimler unutulmuş, ayakkabılarımız toza bulanmış, örümcek ağları ömrümüzün en güzel günlerini geçirdiğimiz sevgiliye yeniden dokunmamıza engel olmuştur. Bu bizim seçimimizdir ve içimizdeki özlem dalgasıyla, yanı başımızdaki yeni sevgiliyle, yepyeni mor ayakkabılarımızla, çok popüler yeni bir kitapla devam ederiz yaşamaya…